DersimDGH
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Dersim Demokratik Gençlik Hareketi


Bağlı değilsiniz. Bağlanın ya da kayıt olun

Derlemeler

Aşağa gitmek  Mesaj [1 sayfadaki 1 sayfası]

1Derlemeler Empty Derlemeler Paz Ara. 07, 2008 3:57 am

Admin

Admin
Admin

ONURLU BİR YAŞAM İÇİN ONURLU BİR ÖLÜM
Bir devrimcinin düşmanın eline düştüğü zaman takınması gereken tavır ne olmalıdır? Faydalı olur düşüncesiyle bazı tecrübeleri aktarmayı görev saydık.

Bunlara geçmeden önce bir devrimci dediğimizde ne anlıyoruz. Kısa ve öz olarak aktaralım:Bir devimci demek yenilikçi demektir; bir devrimci demek bu kokuşmuş düzeni yıkan ve tüm insanlara güzel bir dünya vaad eden demektir; bir devrimci demek, baskı ve zulmü ortadan kaldırmak demektir; bir devrimci demek hak yemeyen, yalan söylemeyen, yoldaşlarına ve halkına karşı dürüst olan demektir; bir devrimci demek partisini, halkını ve yoldaşlarını gözü gibi koruyan ve bu yolda canını veren demektir; bir devrimci demek, her şeyi ile kendini halka ve devrime adamış kişi demektir; bir devrimci demek, tüm sınırları orta kaldıran ve nihai hedefi olan sınıfsız toplumu yaratmak ve kurmak uğruna bedel ödemeye hazır olan işkenceyi, zulmü, baskıyı, sömürüyü ortadan kaldırmak için yola çıkan insan demektir; bir devrimci demek onurlu bir insan ve onurunu ayak altına almayan, başı dik alnı açık demektir; bir devrimci demek halka önderlik yapmak ve halkı devrim mücadelesinde seferber etmekle görevli olan insan demektir; bir devrimci demek ırk, renk, dil, din ayrımı gözetmeksizin. eşitlikten yana oları her insanı seven demektir; bir devrimci demek, her türlü zorluğa göğüs geren, düşmanın işkence hanelerinde düşmanın yüzüne tüküren insan demektir. Saydığımız bu özellikleri üzerinde taşıyan bir insan, mevcut bozuk düzenin düşmanı demektir.Bu vasıfları üzerinde taşıyân bir insan, her ârı için düşmanın eline düşebilir. Asıl üzerinde duracağımız nokta, düşmanın eline geçtiğimizde alacağımız tavrın ne olacağı konusudur. Bir devrimci düşmanın eline düştüğü zaman ilk karşılaşacağı şey gözlerinin bir bez parçası ile bağlanıp işkence odasında sorguya alınması olacaktır. İlk söylenen "Biz seni tanıyoruz, senin hakkında her şeyi biliyoruz. Hiç kendini ezdirmeye gerek yoktur. Bir an önce konuşta seni buradan çıkaralım, sende kurtul, bizde rahat edelim". Bu, kanılmaması gereken psikolojik bir baskı biçimidir. Aksine, hakkında hiçbir şey bilmediklerinin kanıtıdır. Sadece senin psikolojik durumunu inceleyen bir yöntemdir. Onun için polisin bu hayin ve alçak yalanlarına kanmamalıyız. Polisin bu tür zarflarını yememeli, yalan olduğunu ve karşımızdakinin düşmanımız olduğunu aklımızdân çıkarmamalıyız. Üstelik öyle bir düşman ki asla mert olmayan, her zaman savaşın hilelerine başvuran bir düşmandır. Burada takınılması gereken tavır, konuşmamaktır. Tavır, inançlarını, partinin ve. yoldaşlarını korumak olmalıdır. Her devrimcinin takınması gereken tavır da budur.

İkincisi, ilk yöntemi sökmeyince bu sefer farklı bir yönteme başvururlar. Bu da baskı ve tehdit yöntemidir. Bunlar küfür, kaba dayak, askı, elektrik, haya sıkma, falaka, Filistin askısı denilen ters askı, copla tecavüz vb. vb... Konuşmayan her insan üzerinde bunları kullanırlar. Konuşan insan da aynı yöntemlere maruz kalır. Şimdi burada akla şöyle bir soru gelebilir; Konuşanla konuşmayan insan arasında bir fark yok mudur? Elbette vardır. Düşmanın amacı birisini konuşturmak, diğerinden ise daha çok şey almak yada daha çok suç yüklemektir. Bir devrimcinin tercihi hiç konuşmamaktır. Çünkü tavrı böyle olursa, devrime hizmet etmiş ve halkının güvenini kazanmış olur. Ancak bu şekilde partisini, yoldaşlarını korumuş ve güvenini kazanmış olur. İşte o zaman alnı açık, başı dik bir insan ve insanlık görevini yerine getirmiş, devrimci onurunu ayâk altında çiğnetmemiş, düşmanın yüzüne silinmeyecek bir şamar vurmuş olur. İşte bu insanlar sapına kadar devrimcidirler. Yok eğer düşmana sır veren, yoldaşlarını yakalatan, parti değerlerini Veren biri ise o, devrime, halka, partiye ve yoldaşlarına ihanet etmiş demektir. Boynu bükük, başı eğik, insanlık onurunu ayaklar altında çiğnetmiş biri olarak, insanlık görevini yerine getirmemiş bir insancık olarak kalmaya mahkumdur.

Üçüncü olarak, askı ve elektrik faslına ara verilerek tazyikli suyun önüne götürürler. Tazyikli su sıkmaya başlarlar. Tabi ki suda bir işkence metodudur. Birde kış mevsimi oldumu daha çok etkileyici olur. Fakat kararlı ve inançlı bir devrimci için hiçbir işkence metodu, onun ihanetine neden olamaz.

Su faslı biter, bir duvarın dibine dikerler. Hemen orada bir cellat; "Bak oğlum sen biraz düşün, biz birazdan geliriz, ama iyi düşün" der. Ve arkada bir yere oturur. Tabii gözlerin kapalı olduğu için, sen onu göremezsin. 0 senin tüm hal ve hareketlerini kontrol eder. Uyuman yada oturmana izin vermez. Oturmak istersen hemen kafadan bir darbe yersin. Bu psikolojik bir baskı olduğu kadar, aynı zamanda bir işkence, biçimidir. Tabi ki yalnız bunlar değildir. İnsan düşmanın elinde bulunduğu sürece akla gelecek her türlü işkence ile karşı karşıya kalmak durumundadır. Çünkü egemenlerin kolluk güçleri işkenceciler; insanlığa, emeğe, işçiye, gençliğe, kısaca tüm ezilenlere düşman olduğu kadar, onları savunan her insana da düşmandır. Bir saat sonra tekrar işkenceciler gelirler; "Bak oğlum, düşündün mü?" Cevap alamayınca, aynı soruyu tekrarlarlar. Yine cevap almayınca işkenceciler iki role girerler. Biri cellat diğeri ise papaz rolünü üstlenir. Burada dikkat edilmesi gereken papazdır. Çünkü papaz, rolü gereği iyi niyetli görünerek kandırmaya çalışacak. Yani akla gelecek her türlü yalan, dolan şeyleri vaad edecektir. "Bak oğlum, bunlar seni öldürecekler, bildiğin her şeyi bana anlat bende seni buradan kurtarayım. Benden başka hîç kimse sana yardımcı olamaz ama önce sen bana bildiğin her şeyi anlât. Zaten senden önce yakalanan arkadaşların her şeyi anlatmışlardı. Birde senin ağzından dinlemek istiyorum" diye devam eder. Bunun amacı insana iyi görünmek ve bu rota doğrultusunda seni partiye ve yoldaşlarına karşı ihanete sürüklemektir. Burada bir devrimciye düşen görev; papazın bu hain planını boşa çıkarmak, yani ona hiç bir şey söylememektir. İşte o zaman partiyi ve yoldaşlarını korumuş olacaksın. Partini, yoldaşlarını korumak, direnmek demektir. Papaz devam eder ;"Bak oğlum, bunlar kötü insanlardır. Sana her türlü kötülüğü yaparlar. Senin ananı bacını hatta eşini dahi buraya getirirler. Her türlü kötülüğü yaparlar. Onlara senin gözünün önünde tecavüz ederler, eşini kirletirler. Namuslu bir insan buna müsaade etmez. Gel bunlara engel ol. Bildiğin her şeyi bana anlat, bende bunların yapılmasına engel olayım". Burada gerçekten bizim annemizi, bacımızı yada eşimizi bize karşı kullanabilirler. Hatta tecavüzde edebilirler. Bu yeni bir yöntem değildir. Bir çok devrimciye karşı kullanılmıştır. Kaldı ki ailemize yapılan bu çirkinlik, onların acizliğinin ve namussuzluğunun sonucudur. Namussuzluk burjuvazinin dini ve kitabıdır. Yoksa nasıl sömürüsünü devam ettirir. Her gün yüzlerce genç insan bu pis düzenin kurbanı olmuyor mu? Onlar kimdir? Tabi ki halkımızın evlatlarıdır. Yani anamızdır, bacımızdır. Bunların tümünün kurtuluşu, devrimledir. Burada meseleyi bir bütün olarak ele âlmak gerekir. Asla duygusal davranmamak gerekir. Bizim ailemize ne yaparlarsa yapsınlar tüm çirkinliklerin, iğrençliklerin kaynağı olan bu düzene boyun eğmemeliyiz. Bir devrimcinin amacı güzel bir dünya yaratmaksa, bunun için bazı bedeller ödemek zorundadır. İşkence haneler, bir devrimcinin devrime, partiye bağlı olduğunun ve ideolojik olarak sağlâm olduğunun kanıtlarından biridir. Papaz gider, bu sefer cellat gelir. "Ulan orospu çocuğu düşündün mü?" Cevap almadığı taktirde tekrar işkence yapmayâ başlarlar. Bu yarım saat yada bir saat sürer. Bazen iki saatte sürebilir. Bu esnada her kafadan bir soru gelir. Kimi, "hemen öldürelim" der. Kimi, "daha zamanı var bu konuşacak" der. Burada amaçları, işkence ile birlikte insanı bunalıma sokmak ve boğuntuya getirip konuşturmaktır. Kaldı ki, devrimci bir insan, ölümü göze alarak bu yola baş koyan insan demektir. Onun için ölümden korkmamalıdır. Tersine ölüm, devrimcilerden korkmalı. Çünkü devrimcilerin ölüsü bile düşmana korku salmıştır. Devrim ve halk davasında ölmek, onurlu ve şerefli bir ölümdür. Devrime, halka ihanetse; en büyük şerefsizliktir. Tüm yaşamını devrime adamış bir insan, her zaman uyanık olmak zorundadır. Düşmanın sorularını dikkatli dinlemek gerekir. Hakkımızda neler biliyorlar, bunları elden geldiği kadarıyla dikkatli bir şekilde anlamak, daha sonra partiye aktarmak gerekir. Devrimci bir insan, düşmanının işkence ve baskısı karşısında korkaklığa ve paniğe kapılmamalıdır. Aksine kendini rahat hissetmeli, gelen sorulara cevap vermemeli, verse de ret temelinde olmalıdır. Düşmanın elinde bulunan bir insanın kaybedecek hiç bir şeyi yoktur. Ama kazanacak çok şeyi vardır. Örneğin, direnen bir devrimci devrimi zafere götürecek olan direniş ruhunu sürdürmüş ve bir kere daha düşmanı yenilgiye uğratmış, halkın haklı davasına sahip çıkmıştır. Yoldaşlarına ve mücadeleye yeni katılacak insanlara karşı, örnek sayılacak bir tavır sergilemiş olur. Düşmanın sürekli başvurduğu yöntemlerden biri de ölüm tehdididir. Bu ölüm tehdidini insanlara karşı sürekli kullanır, bazen de uygularlar. Yazımızın içerisinde de belirtmiştik. Devrimci bir insan, devrim mücadelesine ölümü göze alarak katılmıştır. İşte burada önemli olan, onurlu olanı seçmektir. Bir söz vardır "Altmış sene şerefsiz yaşamaktansa, bir gün şerefli yaşamayı tercih ederim" Elbette bizim tercihimiz burada "bir gün" olmalıdır. Zaten nihai zaferler, şehitlerin kanları üzerine kurulmuş ve zafere böyle ulaşılmıştır. Tarih bunun kanıtıdır. Halkın kutsal olan davasını zafere götürecek şey direniştir. Şubede direniş, kırlarda ve fabrikalarda direniş; yani anlayacağımız her yerde direniş, zafer demektir. Direniş ezilenlerin kurtuluşu demektir. Direniş komprador patron-ağa düzeninin sonu demektir. Direniş, devrim ateşini dağlarda yakmak demektir.

https://dersimdgh.yetkin-forum.com

Admin

Admin
Admin

Bir insan düşmanın elinde bulunduğu dönemde nasıl bir tavır sergilemişse bir bütün olarak partisine samimi bir şekilde anlatmalıdır. Hiç bir şey partiden gizlenmemelidir. Gizlenen şeyler olursa bu partiye İçten darbe vurmaktır. Zaten dürüst bir insan böyle şeylere baş vurma gereği duymaz. Fakat kariyer düşkünleri ve ideolojik olarak tükenmeye yüz tutmuş insanların bu yola başvurmaları mümkündür. Bu anlamda şubede başından geçenleri doğru bir şekilde anlatmazlar. Gizleme yoluna başvururlar. Oysa doğrusu, olup biteni en ince noktasına kadar anlatmak, partiyi haberdar etmektir. Çünkü oradaki ruhi, psikolojik ve deneyimsizlik sonucu düştüğü zaafı aşmasının tek yolu samimi olmasıdır. Yani kendini yenilemesi açısından partiye şubede yaşananları samimice anlatmasının önemi büyüktür. İnsan kendi zaaflarını anlatmalıdır ki ona göre partisi o zaaf ya da hastalıklara karşı doğru bir önlem alsın ve onu tekrar kazanabilsin. Buda kişinin samimiyetine bağlıdır. Bir devrimcinin en büyük düşmanı kendi içindeki düşmanıdır. İçimizdeki düşman kimdir? İçimizdeki düşman yalan, samimiyetsizlik, hata ve zaaflarımızı gizlemek, hatalarımıza karşı mücadele etmemek, partiye ve yoldaşlarımıza karşı açık olmamak, hata ve zaaflarımızı eleştiren yoldaşlara karşı sekter bir tutumla hareket etmektir. İşte içimizdeki düşman budur. Bunları gidermenin yolu, partiye karşı samimi olmak ve partiye güvenmekten geçer. Yukarıdaki anlattıklarımızın daha anlaşılır olmasını sağlamak için maddeler halinde yazmayı da uygun gördük.

Düşmanın elinde bulunduğun zaman partin ve yoldaşların hakkında bilgi verme. Düşman senin hakkında bilgi sahibi ise veya üzerinde herhangi bir ifade varsa ifade verme ve herhangi bir şeye imza atma. Düşmanın senin hakkında geniş bilgisi yoksa ve kimsenin senin üzerinde ifadesi yoksa, söylenmesi gereken "bilmiyorum", "alakam yoktur" yani yine bu temelde reddetmelisin. Düşman eline grup halinde düştüğün zaman grupta çözülme olsa dahi, yapılması gereken yine reddetmektir. * Birisi senin yüzüne karşı her şeyi kabul etse bile, sen yine her şeyi reddetmelisin. # Karşında papaz rolü yapan ve senin duygularına hitab eden, bu yolla seni çözmeye çalışanın düşmanın olduğunu asla unutmamalısın. * Sana yapılan her türlü teklifi reddetmelisin. Çünkü karşındaki düşmanındır. Senin için hiç bir zaman iyi düşünmeyecektir. Bu anlamda dostun değil, düşmanındır. Bir söz vardır "Ayıdan post olmaz, polisten dost olmaz" ¦ Hiç karamsarlığa kapılmamalısın. Karamsarlık yenilgiye götürür. Dinç olmak ise zafere götürür. Bunu asla kafandan çıkarma. * Sana iki tercih sunacaklardır: Biri yaşam diğeri ölüm. Proletarya ideolojisine inanan ve bu uğurda mücadeleye girişen ve baş koyan birinin tercihi elbette ölüm olmalıdır. Diğerini kabul etmek ihanettir. Bir ölüm bin kişiyi kurtarır, ama ihanetse bin kişiyi öldürmek demektir. * Bizim için korunması gereken tek şey, inançlarımızdır. Bunun içine giren parti, yoldaşlarımız ve halkımızın haklı davasıdır. Kişisel çıkarlarımızı ön plana çıkarmaksa düşmana hizmet etmek demektir. * Düşmanın hiç bir yaptırımını kabul etme! Bunlar spor, yani yat kalk, istiklal marşı gibi şeyler. Bir devrimci asla bunları kabul etmemelidir. Unutmamalısın ki sen her yerde olduğu gibi orada da işçi sınıfı ve ezilenleri temsil ediyorsun. Ama sana işkence yapanlar burjuvazinin sadık köpekleridir. Bu anlamda burada iki sınıfın çatışması söz konusudur. Sana düşen görev, kendi sınıfını kanının son damlasına kadar korumaktır, savunmaktır. * Hiçbir zaman düşman karşısında zaaflarını açığa vurma. Düşmandan çay, sigara vb. şeyler isteme; bunlar zaaftır. Düşman bunları sana karşı kullanacaktır. Düşmanı yalanlarla kandırırım diyorsan yanılırsın. Düşmanı kandırmanın en iyi yolu hiç bir şeyi kabul etmemektir; yani konuşmamaktır. Düşmanın eline düştüğünden itibaren tavrın aktif direniş olmalıdır. Pasif direniş seni hata yapmaya iter. ¦ İşkenceden nasıl kurtulurum hesabını asla yapma. Kendini bu tip şeylerden uzak tut. Düşmana karşı bıçağın olan kinini iyice bile. Onlardan nefret ettikçe direniş azmin yükselecektir. Böylece boyun eğen sen değil; onlar olacaktır. * Yaşamak güzeldir. Ama onurlu bir yaşam. Onursuz bir yaşamı asla tercih etme. ^ Hiç bir zaman inisiyatifi elinden bırakma. Düşmanın senin bedenine hakim olmasına izin verme. Çünkii onlar mikropturlar. Senin tertemiz bedenini kirletirler. *İşkencedeyken hep direnen yoldaşlarını ve devrimcileri düşün. Bize bıraktıkları o yüce mirası devraldığımızı düşmana karşı göğsünü gere gere haykır. Birdik bin olduk, bindik milyon olduk. Çünkü direnenler haklıydı. Ve onlar kazandı. * Direniş cennetin kapısını açmaktır. Teslimiyet ise cehennemde hep kalmak demektir. Yani cennet aydınlık, cehennem ise karanlıktır. ¦ İşkencede hiç bir zaman çoğu aza tercih etmemeliyiz. Yani bazı şeyler kabul edeyim ama çoğu şeyleri vermeyeyim anlayışı yanlıştır ve hatadır. Küçük ya da büyük fark etmez; bu anlamda buda zaaftır ve yanlıştır. Doğru olan hiç bir şey kabul etmemektir. * Bir yoldaşını ya da yoldaşlarını yakalatmak ya da randevusunu vermek, telefonla randevusuna getirip yakalatmak büyük bir ihanettir. Bir devrimcinin nihai hedefi komünist toplumu kurmaksa o zaman bir komünist gibi direnmelidir. Çünkü bir hedefe ulaşmak için birçok zorluğu, engeli aşmak gerekir. Bu da her zorluğa karşı göğüs germekten geçer. Düşman karşısında zaafa düşen bir komünist ya da devrimcinin güveneceği tek şey vardır. Oda partisi ve yoldaşlarıdır. Buna inanan her insan çekinmeden kendisini partisine açıkça açmalıdır. Çünkü onu, bataklıktan kurtaracak tek şey komünist partisinin ta kendisidir. Zaten komünist ahlakta bunu gerektirir. Kendisini samimi bir şekilde partiye açmayan biri, zaaflarından arınmak istemiyor demektir. Buda komünist ahlak değil, burjuva ahlakın daniskasıdır. * Partisine, yoldaşlarına ve halkına karşı fedakarlık yapmayan biri, partiden hiç fedakarlık beklemesin. Polis karşısında zaafa düşen birine çokça sordukları bir şey vardır. "Pişman mısın?'' Bu iğrenç bir tekliftir. Pişmanım demekse, geçmişine ve partine karşı bir alçaklık ve ihanettir. İşkence esnasında düşman yani işkenceciler "Bak oğlum, bunları kabul et, gider içerde iki yada üç ay yatarsın ondan sonra yine çıkar tekrar devam edersin. Niçin kendini ezdiriyorsun. Burada sakat kalırsan devrime ne faydan olur" gibi şeylerle seni kandırmaya çalışacaklardır. Bu tip yalanlara asla inanma. Bu sana karşı kurulmuş hain bir tuzaktır. Amaçları senin beynine hakim olma istemleridir. Yani seni istedikleri gibi kullanmak ve devrime ihanet ettirmektir. Burada yapman gereken, komünist iradeni kullanmak, hainlerin bu alçak tuzaklarını ve planlarını direnişinle kızıl bir hançere çevirip onların kalbine saplamaktır.
İşte çağrımız, işçilere köylülere ve tüm ezilen halklara sloganımız; DİRENİŞ-DİRENİŞ-DİRENİŞ... Zalimin zulmünün olmadığı güzel bir dünya yaratmak için direniş. Çirkinliği güzelliğe, karanlıkları aydınlığa, sınıflı toplumu sınıfsız topluma, sınırları olmayan bir dünya yaratmak için DİRENİŞ.

Şan olsun Proletarya Partisinin önderi İBRAHİM KAYPAKKAYA' nın kızıl direniş ruhu!

PARTİZAN GENÇLİK SAYI-01

https://dersimdgh.yetkin-forum.com

Admin

Admin
Admin

Günümüz dünyasında toplumsal alt- üst oluşların kaçınılmaz sonuçlarından biri şiddettir. Sınıflı toplumlarda devrimin şiddet ve patlamayla ilerlediğini, tarihsel gelişme ve ilerlemenin, yığınların devrim mücadelesiyle mümkün olduğunu, sanırız azıcık da olsa tarih bilincine sahip olan herkes kabul eder.

Sınıfsız topluma, altın çağa ulaşma ereği, emperyalizm ve proleter devrim çağında proletaryanın omuzlarındadır. Devrimci proletarya, toplumu komünist parti önderliğinde proletarya diktatörlüğüne götürmek, proletarya diktatörlüğünden sonra ise durmaksızın sınıfsız, devletsiz, insanlığın nihai kurtuluşu olan komünizme taşımak göreviyle yükümlüdür. Proletarya günümüzde bu görevini ancak, Maoist bilimi rehber alarak ve onu özümleyerek yerine getirebilir.

Bugün bu bilimi temsil eden, bunun her alanda mücadelesini veren ve en ileri teoriyi temsil eden komünist partilerden biri de Proletarya Partisi'dir. Bu belirleme salt akademik, soyut tespit değildir. Pratik tarafından yüzlerce kez doğruluğu ispatlanmış Proletarya Partisi gerçeğinin ta kendisidir.

Zira onun programatik düşünceleri, yalnız ulusal çaplı değildir. Evrensel ve uluslararası bir boyuta sahiptir. Proletarya Partisi'nin programatik düşüncelerini yalnız ulusal çitlerin" arasına sıkıştırmak " ulusal devlet" çerçevesinde tutmak şovenizme düşmektir. Proletarya Partisi, enternasyonalisttir. Enternasyonalizmi temsil etmektedir.

Proletarya Partisi proleter dünya devriminin sürdürücüsüdür. Onun ikili görevi vardır. Birincisi; ülke farklılığından doğan dünya proleter devrimin ilerlemesine ve gelişmesine bulunduğu zemindeki sınıf mücadelesiyle katılmak, ikincisi; uluslararası düzeyde emperyalizme, kapitalizme ve bilumum burjuva ideolojisine karşı enternasyonalizmin bayrağını dalgalandırmaktır.

Proletaryanın davası ortak, düşmanı birdir. Emperyalist dünya gerici sistemine karşı komünist partilerin önderliğinde dalgalandırılan kızıl bayrak, uluslararası proletaryanın bayrağıdır. Proletaryanın bu sancağı, sınıfsız topluma kadar komünist partilerin ellerinde dalgalanacaktır. Er geç dünya kızıl olacaktır. Zulüm karlar yeryüzünden süpürülüp yok edilene kadar sınıf mücadelesi devam edecektir.

Türkiye devriminin ilerleyişine meşale olan önderimiz, büyük komünist İbrahim KAYPAKKAYA 'nın, yalnızca düşmana karşı işkence hanelerdeki direnişiyle tarif edilmeyeceği aşikârdır.

Türkiye devrimi,diğer ülkelerin işçi devrimiyle kıyaslanamayacak olağanüstü koşullarda ve düşmanın imha hareketinin kol gezdiği zorluklar içinde filiz verdi.Bu aynı zamanda Maoizmin Türkiye'ye taşınması, Büyük Proleter Kültür Devrimi'nin Türkiye'de çığır açmasıydı..Evet;Türkiye devrimi nitel sıçramasına Maoist bilimle, KAYPAKKAYA’ NIN teorik düşünceleriyle ulaştı.

Proletarya Partisi'nin doğuşu Türkiye Devrimci Hareketinde nitel bir sıçrama, Maoist bir çığırdı.
Proletarya Partisi'nin doğuşunun bir rastlantı, bir tesadüf olarak görülemeyeceği ve sınıf mücadelesinin tesadüf ve rastlantılara bırakılmayacağını tartışmasız kabul ediyorsak; bu kutup yıldızının parlak yol göstericiliğinin, keskinleşen sınıf mücadelesinin kaçınılmaz ürünü olduğunu ve sınıfın siyasi, ideolojik, örgütsel olarak onunla birleşmesi halinde devrimin başarılacağını da kabul etmemiz gerekir.

Ancak ne var ki, dünya koşullan bilinmeden, ülke koşulları bilinmeden, Proletarya Partisi'ni anlamak mümkün değildir. Proletarya Partisi'nin ideolojik hattına erişmek, onu içselleştirmek,onun ideolojisiyle silahlanıp sınıf mücadelesine önderlik etmek,ancak onu var eden koşullar ele alınıp analiz edildiğinde mümkün olabilir.Çünkü, Proletarya Partisi fırtınalı sınıf mücadelelerinin yaşandığı bir dönemde doğmuştur.

Bilindiği gibi, uluslararası alanda, özellikle komünizmle-revizyonizm arasında bir ölüm kalım mücadelesi vardı. Kruşçev’in proletarya iktidarını gasp etmesiyle, komünizme karşı, sosyalizme karşı, burjuvazinin haçlı seferi başlatıldı. Büyük Ekim Devriminin ülkesinde Kruşçevci modern revizyonistler, emperyalizmi de arkalarına alarak, revizyonizmin bayraktarlığını yapıyorlardı. Revizyonistler, ünlü "barış içinde bir arada yaşama","Barış içinde geçiş","Halkın devleti" gibi görüşleriyle proletarya davasına ve onun kazanımlarına karşı harekete geçmişlerdi. Üstelik devrimci proletarya, tarihinde ilk kez proletarya diktatörlüğü koşullarında revizyonizmin KP yi içten fethederek, sosyalizmi kapitalizme doğru restore etmesine tanık oluyordu. Ardından devamı geldi. Revizyonistler proletarya diktatörlüğünü içten yıkarak, Sosyalist Sovyetler Birliği'ni sosyal emperyalist bir ülkeye dönüştürdüler. Sınıf mücadelesini, kendi emperyalist emellerini gerçekleştirmek için saptırmaya ve bastırmaya çağırıyorlardı. Dünya ezilen halklarına "devrim yapmamaları" için çağrı yapılıyordu. Kruşçev, yine ünlü revizyonist teorisiyle;"dünyadaki tehlike, nükleer silahlar tehlikesidir, nükleer silahların patlaması dünyanın mahvolması demektir" deyip ezilen halkların devrime sarılmasını, devrimi sürdürmesini engellemek için çeşitli safsatalarla, zırva teorilerle, halkı aldatmaya çalışıyordu. Bu teori, Marksizm-Leninizm’e büyük bir saldırıydı.

Devrim yıllarında, sosyalizm döneminde Stalin'i göklere çıkaranlar, Stalin'i putlaştıranlar, "En büyük öğretmenimiz", "En büyük önderimiz", " En büyük babamız Stalin'dir" diyenler, bir çırpıda Stalin'i "Diktatörlükle", "Kasap" olmakla suçluyorlardı.

Kruşçev revizyonist kliği, Stalin nezdinde Marksizm’e, proletarya diktatörlüğüne, sosyalizme saldırı-yordu. Bu saldırıya karşı amansız mücadeleyi Mao Zedung'un önderlik ettiği ÇKP başlattı. Bu sınıf mücadelesi dünya ölçeğinde, Marksizm ile revizyonizm arasındaki mücadeleydi. O koşullarda Mao yoldaş "Stalin savunulmadan Marksizm- Leninizm savunulamaz" şiarını haykırdığında, yerden göğe kadar haklıydı. Çünkü revizyonizm, Stalin nezdinde Marksizm-Leninizm’e karşı saldırıya geçmişti.

https://dersimdgh.yetkin-forum.com

Admin

Admin
Admin

Mao yoldaş "proletarya mı burjuvazi mi, sosyalizm mi, yoksa kapitalizm mi kazanacak? Sorusunu ortaya atarak, temel sorunun iktidar sorunu olduğunu, "kimin kazanacağı" sorusunun netliğe kavuşmadığını söyleyerek revizyonizme karşı "Büyük Proleter Kültür Devrimi"ni başlattı. Büyük Proleter Kültür Devrimi kitlelerin revizyonizme karşı zincirlerinden boşanmasıydı. Yine haklı ve doğru olarak Mao yoldaş/'Burjuvazinin nerede olduğunu soruyorsunuz, o komünist partisinin göbeğindedir" diyerek, parti içindeki revizyonist kliği hedef gösteriyordu. Mao 'nün önderliğinde kitleler devrim yaptı ve revizyonist kliği devirdiler. Büyük Proleter Kültür devriminin tecrübelerinden yola çıkan Mao yoldaş, sınıf mücadelesinin proletarya diktatörlüğü altında devam ettiğini söyleyerek "Devrim gereklidir. Bir değil, on kez kültür devrimine ihtiyaç vardır" diyerek uluslararası komünist partilerine tayin edici mesaj veriyordu.
Dünyayı dalga dalga etkisi altına alan Büyük Proleter Kültür Devrimi, Türkiye toprağında önderimiz İbrahim KAYPAKKAYA tarafından büyük coşkuyla selamlandı. Türkiye devrimci hareketine musallat olan revizyonist PDA- Şafak revizyonist kliğine karşı komünizmin bayrağını doruklarda dalgalandıran büyük komünist KAYPAKKAYA, bu tavrıyla aynı zamanda Türkiye devriminin, 50 yıllık suskunluğuna Maoist merhamet darbesini indiriyordu.

O; revizyonizme, oportünizme, reformizme karşı yoğun ideolojik mücadele vererek, MLM'in evrensel ve özgül meselelerini özümleyerek 24 Nisan 1972' de Proletarya Partisi'ni kurdu. Öncümüz Proletarya Partisi ideolojik olarak uluslararası revizyonizme karşı mücadele içinde şekillendi ve revizyonizme karşı vermiş olduğu sınıf mücadelesini kazandı. O koşullarda, uluslararası alanda ideolojik mücadelenin odak noktası proletarya ile revizyonizm arasındaki mücadeleydi. Ülkemizde ise revizyonizmin bayraktarlığını, eski adıyla PDA, şimdiki adıyla Aydınlık yapıyordu. Proletarya Partisi, PDA revizyonizmine karşı mücadele içinde çelikleşti.

1972 yılının Nisan ayında Türkiye Devrimci Hareketi nitel bir sıçramaya tanık oldu. Büyük Proleter Kültür Devrimi'nin ürünü olan Proletarya Partisi ve onun kurucusu önderimiz İbrahim KAYPAKKAYA, programatik, siyasal düşünceleriyle ezilen yığınlara kurtuluşa giden yolu gösteriyordu. Kızıl bir güneş gibi karanlıkları yırtan Maoizmin rehberliğindeki Proletarya Partisi, ülkemizin devrime giden ışıklı yolunda Türkiye toprağında açmış oluyordu.

Ülkemizin tarihsel, toplumsal gelişmesini analiz ederek senteze ulaşan büyük komünist önderimiz İbrahim KAYPAKKAYA, MLM'in evrensel gerçeğini ülkemizin özgül koşullarına uyarlayarak, devrimin yolunu parlak ve berrak bir biçimde çizerek, ezilen yığınların devrimi nasıl yapması gerektiğini de gösterdi.

O, devrimin üç silahı olan, Parti- Ordu- Cephe sorununu ortaya atarak, kitlelerin, burjuvaziyi alt etmek için başvuracağı üç temel silahın vazgeçilmezliğini berrak bir şekilde ortaya koydu.

Evet, devrimimizin üç büyük düşmanı olan emperyalizmi, komprador kapitalizmi ve feodalizmi yıkmanın aracı olan devrimimizin vazgeçilmez ve temel silahı Parti- Ordu ve Halkın Birleşik Cephesi'dir. Bunlar olmadan devrimden bahsetmek, devrimi yapmamak ve burjuvaziye teslim olmak demektir.

Önderimiz, "halka önderlik edecek doğru çizgi uygulayan komünist partisi, yine komünist parti önderliğinde örgütlenecek halkın silahlı kuvvetleri ve işçi-köylü ittifakına dayanan halkın birleşik cephesi üç büyük dağı (düşmanı) alt etmede kullanacağımız silahlar" diyerek betimlemede bulunmuştur.

O, ülkemizin tarihsel, siyasal, iktisadi, kültürel ve sınıfsal durumundan yola çıkarak, faşizmin ülkemizde sürekli olduğunu, Halkın Birleşik Cephesi aynı zamanda "Faşizme karşı mücadelenin ve iktidar olmanın aracı olduğunu" vurgulayarak kitlelerin faşizme karşı doğru bir yöntemle mücadele etmesini öğretmiştir.

Özellikle yarı-sömürge, yarı-feodal statüye sahip olan ülkemizde, devrimin temel sorunu şiddettir. Dolayısıyla, devrimin yolunun, "Halk savaşının yolu" olduğunu teyit eden İbrahim yoldaş, halk savaşının devrimdeki tayin edici rolünü açık bir biçimde izah etmiştir. Öncümüz Proletarya Partisi' nin ilk kuruluş günlerinde, O;"köylülerin başına geçip köylüleri silahlı mücadele içinde örgütleme bir partinin, adı komünist partisi de olsa komünist olamayacağını" net bir biçimde ortaya koymuştur.

Kırsal alanda, köylük bölgelerde köylüleri örgütlemede kavranması gereken esas halkayı tespit ederek, öncünün köylüleri nasıl örgütlemesi gerektiğine ilişkin şöyle diyordu;" parti örgütünün köylüleri örgütlemede kavrayacağı halka, gerilla birliklerini ve köy milislerini örgütlemektir". Bu örgütleme politikası, köylülük alanlardaki parti çalışmasının esasını teşkil eder.

Diğer örgütlemeler, köy parti komiteleri, partili Ve partisiz unsurlardan silahlı mücadeleye hizmet eden çeşitli görev hücreleri vb. örgütler oluşturmak önemli ve gereklidir. Ancak, bütün bu örgütleme faaliyetlerinin amacı, köylüler, özellikle yoksul köylüler ve tarım işçileri arasında parti ve halk silahlı kuvvetlerini inşa etmektir.

İBRAHİM KAYPAKKAYA’NIN KIZIL YOLU, " HALKIMIZI KURTULUŞA GÖTÜREN PROLETARYA PARTİSİNİN YOLUDUR!

Türkiye devrimci hareketinin pratiği, Proletarya partisinin asgari ve azami programının doğruluğunu şüpheye düşürmeyecek berraklıkla kanıtlanmıştır. Emperyalizme bağlı yarı sömürge yarı-feodal yapıya sahip olan ülkemizde, kapitalizmin zayıf oluşu feodal üretim ilişkilerinin hakim olması, toprak sorununun çözüme kavuşmaması, şehirlerin emperyalizm tarafından kontrol altında tutulması, kırsal alanda devrimci kuvvetlerin ve potansiyelin ağırlıkta olması, hakim sınıfların şehirlere nazaran kırsal alanda zayıf olması ve kontrolü ellerinde tutamaması, çelişkilerin kırsal alanlarda daha derin ve yoğun vaziyet arz etmesinin genel yapı içerisinde oluşturduğu dengesizlik/'neden şehirlerin kırlardan kuşatılması gerektiği" sorusuna en iyi cevaptır.

Bizim gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, halk savaşı evrensel ve vazgeçilmezdir. Önder yoldaşın deyimiyle, "Bizim gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde devrimin kırlık bölgelerden şehirlere doğru gelişmesinin iki nedeni vardır. Birincisi, demokratik halk devriminin" toprak devrimi" olması, ikincisi de, ülkemize hâkim olan emperyalizmin, onun uşaklığını yapan gericilerin (özellikle emperyalizmin) şehirleri ve ileri bölgeleri tamamen kontrolleri altına almış olmalarıdır. Emperyalizmin, yan-sömürge olmamız dolayısıyla ülkemiz üzerindeki boyunduruğu da devrimin geri kırlık alanlarında üsler kurarak oradan şehirlere doğru gelişmesini gerekli kılmaktadır".

Bu görüşlerin anlamını iyi kavramalıyız. Söylenen şudur: Birincisi, özü toprak devrimi olan DHD sürecinde bulunmamız ve bu devriminde proletarya önderliğinde, köylülüğün temel güç olması, Halk Savaşının özünün bizim gibi ülkelerde köylü savaşı olmasını zorunlu kılar. Dolayısıyla, Halk Ordusu'nun gövdesini de esasta köylüler oluşturur.
İkincisi; emperyalizmin, dolayısıyla komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının şehirleri kontrol altında tutmaları, kuvvet ilişkisinin şehirlerde devrimin aleyhine olması ve kontrolün emperyalizm ve uşaklarının elinde bulunması sonucunu doğurmaktadır. Kırlarda ise durum tersinedir. Kırsal alanda kuvvet ilişkisi, devrimin lehinedir. Emperyalizmin, komprador kapitalizmin ve feodalizmin en zayıf halkası, yumuşak karnı kırsal alanlardır. Devrimin temel gücünü köylülüğün oluşturması şehirlerin kırlardan kuşatılması stratejisinin doğruluğunu tartışmaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarmaktadır.

Ülkemizin objektif şartlarından doğan Demokratik Halk Devrimi sürecinin, ancak halk savaşı stratejisiyle başarıya ulaşabileceği, ülkemizin toplumsal pratiği tarafından artık kanıtlanmıştır.
Yaşanan pratik; devrimin ilk başlarda şehirlerde başarılamayacağını, şehirlerde toplu ayaklanmalar düzenleyerek iktidar olmayı düşleyenlerin zırvalığını ortaya koydu. Şehirlerde zaman zaman ortaya çıkan ve çıkabilecek işçi ayaklanmaları kırlık alanlara çekilmedikçe bastırılmaya mahkûmdur.

Proletarya Partisi, Halk savaşının birinci stratejik aşaması olan "stratejik savunma döneminde taktik saldırılar esastır" belirlemesine bağlı olarak, görkemli gerilla saldırılarıyla düşman kuvvetlerine (beyaz orduya) büyük zayiatlar verdirmekte, gerilla kuvvetlerini büyüterek genişletmektedir. O, parti önderimiz İbrahim yoldaşın siyasal görüşlerinin keskin savunucu ve uygulayıcısıdır.

Önder yoldaşın bize bıraktığı komünist ideolojiyle donanmış olan Proletarya Partisini savunmak, korumak, onun düşüncelerinin kavgasını her alanda vermek, günümüzde tayin edici öneme sahiptir.

Bugün Türkiye devrimine önderlik etme, kitleleri devrime taşıma, halk iktidarını icra etme mücadelesinde Proletarya Partisi yüzlerce önder kadrosunu, militanını, savaşçısını kaybetti. Şehitlerinden öğrenerek, onların kızıl güzergâhında düşmanına karşı amansızca dövüşerek, ilkelerinden taviz vermedi. Ancak, Proletarya Partisi'nin kurucusu ve önderimiz büyük komünist İbrahim KAYPAKKAYA yoldaşın bedenen aramızdan ayrılması, Proletarya Partisi'nde yeri kolay kolay doldurulamayacak bir boşluk yarattı.

Onun derin teorik seviyesine halen ulaşmış değiliz, onun formüle ettiği asgari ve azami programı bir bütün olarak kavradığımızı söyleyemeyiz. Onun ülkemizi aydınlatan kızıl güzergâhının gereklerini yerine getirmede hala eksiklerimiz var. Bu eksikliğimiz, önder yoldaşımızın lafzını ağzını alıp, onun şapkasının altına gizlenenleri hiçbir şekilde haklı çıkarmaz. Ona sahip çıkmak, O'nun düşüncelerini hayatın her alanında savunmak ve pratiğe uygulamaktır. Onun partisinin adını şu veya bu biçimde kendi revizyonist, oportünist, hizipçi emelleri için kullanmaya çalışanlara, onu kötüye kullananlara asla müsamaha edilmeyecektir.

Nasıl ki, şimdiye kadar Proletarya Partisi'nde ortaya çıkan burjuva akımlar bozguna uğradılarsa, bundan sonrada yine bozguna uğrayacaklardır. İdeolojimiz öylesine güçlü ve keskindir ki, burjuvazi hangi kılıflar altında ortaya çıkarsa çıksın, erimeye, yıkılmaya, yok olmaya mahkûmdur. Önder yoldaşa bugün, ölümünün 22. yılında diyeceğimiz şudur: Önder yoldaş; senin bize bıraktığın miras, yalnız "ser verip, sır vermeme" mirasın değildir. Bu direnişin önünde, bırak yoldaşlarını, devrimciler, hatta seni işkencede katleden düşmanımız dahi saygıyla eğiliyor. Dostların, baş eğilmezliği senin direnişinden öğreniyor. Ama asıl önemlisi ve tayin edici olanı, senin bize miras olarak bıraktığın Öncümüz Proletarya Partisi'dir.

Öylesine bir parti ki, demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre örgütlenmiş, kendi içinde eleştiri özeleştiri metodunu sürekli uygulayan, iki çizgi mücadelesini reddetmeyen, revizyonizmden, oportünizmden, sübjektivizmden, dogmatizmden arınmak için mücadele eden, teori ile pratiği birleştiren, çelik disiplinli bir parti; işte biz Maoist' Bilimle donanarak' sınıf mücadelesine doğru önderlik eden bir partiye sahibiz.

Öncümüz Proletarya Partisi şimdi daha tecrübeli, daha birikimli, daha emin bir biçimde sınıf mücadelesine yüklenmiştir. Önder yoldaş; senin yol göstericiliğin sayesinde partimiz kendi siyasi, ideolojik ve örgütsel halfandan taviz vermeyerek, kararlı ve onurlu bir biçimde devrimin şanlı yolunda ilerlemeye devam ediyor. Bugün ne yalnız Dersimde, ne de yalnızca Amed'deyiz. Karadeniz ve İç Anadolu'da şimdi Maoist gerillaların kızıl mermileriyle yankılanıyor. Halkın umudu, Öncümüz Proletarya Partisi olmuştur.
Bize emanet ettiğin Öncümüz Proletarya Partisi'ni göz bebeğimiz gibi korumaktayız. Partimizin birliğiyle oynamak isteyen makyevalist MAFYA HİZİBİNİ Maoist merhamet darbesiyle bozguna uğrattık. Halk Ordumuz her zamankinden daha güçlü ve atak savaşıyor. Düşmana darbe üstüne darbe vuruyor. Komünist Gençlik Öncümüz Proletarya Partisi'nin yol göstericiliğinde örgütlenmesini sağlam adımlarla sürdürüyor.

Evet, Önder yoldaş;

Devrimcileşme süreci ilerliyor, durum iyidir. Ama sorunsuz değildir.Sana söz veriyoruz, ilkelerinden taviz vermeyeceğiz, senden öğreniyoruz, öğrendiğimizi pratiğe uyguluyoruz. Nihai hedefimiz olan komünizme kadar, kızıl güzergâhında ilerlemeye devam edeceğiz. MLM'nin ruhuyla silahlanıp, enginleri fethedeceğiz. Olumsuzluklar, başarısızlıklar, olsa olsa sınıf mücadelesindeki ufak talihsizliklerdir. Biz bu talihsizlikleri aşacak kudrete de sahibiz. Senin ruhunla ayağa dikiliyoruz. Güneşi zapt etmek için 22. ölüm yıl dönümünde, seni sana gözyaşı dökerek değil, sahte "övgü"ler dizerek değil, hayatın her alanında, dünya emperyalist gerici sistemine karşı savaşarak anacağız. Seni anmak savaşmaktır. Haksızlığın olduğu yerde, Maoizmin rehberliğinde ve senin çizdiğin kızıl güzergâhta isyan etmektir.

PARTİZAN GENÇLİK-SAYI-04

https://dersimdgh.yetkin-forum.com

Admin

Admin
Admin

Antik çağın filozofları insanı tanımlarken, onun ayırt edici özelliklerinden birisini "insan siyasi hayvandır" diyerek özetlediler. Eğer siyasetin, insanlar arasındaki yönetme/yönetilme ilişkilerinin tümü olduğunu düşünürsek, filozofların yukarıdaki tanımını konumuzla ilgili olarak şöyle detaylandırabiliriz:

"İNSAN İŞKENCE YAPABİLEN TEK HAYVANDIR"

Gerçekten, türüne işkence yapabilen başka bir hayvan yok. Çünkü diğer hayvanlarda, bunlar topluluk halinde yaşasalar bile, bir kısmının diğer bir kısmını sömürmesi ve yönetmesi olgusu yok. Bununla şunu demek istiyoruz: işkence tarihsel-toplumsal bir kategoridir; sınıfların ve devletin ortaya çıkması ile birlikte, şiddetin ve onun özel bir biçimi olarak da işkencenin siyaset sahnesine çıktığını görüyoruz.

Bunlardan bazılarına kısaca değinecek olursak, köleci toplumda uygulanan ve zalimliğin doruğuna ulaşmış ÇİN işkencesi (Çin işkencesinin en ünlü yöntemi haşarat ve bazı vahşi hayvanlarla yapılan işkencedir. Bu yöntem kişiyi fiziksel olduğu kadar psikolojik olarak ta etkilemektedir) köleci düzene karşı gelişen toplumsal muhalefeti bastırmadaki Roma işkenceciliği (Bunun somut bir örneği olarak da Spartaküs'ün uğradığı işkence); Şeriat devletinin, muhaliflerini taşlayarak, kollarını kırarak, uzuv keserek saltanatlarını sürdürme uygulaması; Osmanlının muhaliflerini yağlı kazığa oturtması; Ortaçağ kilisesinin muhaliflerini yok etmede kullandığı Engizisyon işkenceleri (Engizisyon ancak 1903 senesinde yine kilise tarafından kaldırılmıştır. Esas konumuz bu olmadığından dolayı Ortaçağ işkencelerini belli başlıklarla geçtik. Bu konuyla ilgili geniş bir araştırma yapmak isteyen okurlarımıza Tevrat, İncil ve Kuran’ı kaynak olarak öneririz) ve diri diri insan yakmalar...

Demek ki işkence, sınıflar arası mücadelede, yani siyasette, sahibi sömürücü sınıfların karşıtlarını bastırmak için uyguladığı şiddetin ihtisaslaşmış, özelleşmiş bir biçimdir.

Burjuva toplumlarda işkencenin olmadığı sanıla bilinir; çünkü yönetme ve yönetilme yasalarla çerçevelendirilmiş biçimlerde yürütülmektedir. Bunun doğru olmadığını, modern kapitalist toplumda devlet şiddetinin bu özel biçiminin toplumsal muhalefetin şiddetine endeksli olduğunu ve bu nedenle, Alman faşizminin işkenceciliğinin hiçte aykırı ve bir daha tekrarlanmayacak bir örnek olmadığını, Alman polisinin toplumsal muhalefetin kokusunu aldığında nasıl gaddarlaştığını, Alman cezaevlerinde tutuklu bulunan RAF üyelerinin nedeni belli olaylardan dolayı nasıl "intihar " ettiklerini biliyoruz.

"Burjuva Demokratik" ülkelerde ki işkencelerin temel niteliği psikolojik olmakla birlikte şiddete ve kaba kuvvete yönelik de uygulanmaktadır. Örneğin İsrail Siyonistlerinin Filistin askısı denilen işkence yöntemini, Nazi Almanya’sının toplama kamplarında öğrenmiş olması dikkat çekicidir. Elektrik verme, makata cop sokma vb. işkence yöntemlerinin çoğunun ABD patentli olması, kaba işkencenin revaçta olduğu dünyanın bir çok ülkesinde işkenceye Yankee gözlemcilerinin de katılması, emperyalist ülkeler ile işkence arasındaki kopmaz bağı ortaya koyuyor. Ayrıca konumuzun esas yönü "Burjuva Demokratik" ülkelerdeki işkenceler olmadığı için bunları kısaca geçiyoruz. Çünkü konumuz, yine bu çağa ait olan bir başka devletin, yani sözde "Demokratik" ve sözde "Cumhuriyet" olan Türk devletinin muhaliflerine uyguladığı özel şiddet biçimi işkence- ile sınırlanmıştır.

MODERN DEVLETLERDE İŞKENCENİN ADI SORGULAMA OLDU

Modern devlet, kitlelerin iki yüz yıllık demokrasi mücadelesi sonucunda kendisini sınıflar arası siyasi mücadelenin üstünde bir kurum kılığına sokarak, bu mücadelede direkt taraf değilmiş gibi göstermek zorunda kaldı. Buna bağlı olarak da modern burjuva demokratik hukuk devleti, kendi öncüllerinden farklı olarak, işkenceyi doğrudan uygulamayan bir siyasal yapıya oturdu, işkenceyi insan haklarının ihlali olarak ilan etmek ve uluslararası yasaların arasına koymak zorunda kaldı. Ama işkence, çağımızda yine bu devletin yani modern devletin kalıbından biçilmiş olan sömürge ve yarı sömürge devlet biçimlerinde yaygın bir uygulama alanı olarak ama sorgulama adı altında dolu dizgin varlığını sürdürüyor. Buna şaşmamak gerekiyor, çünkü dünyanın tamda bu bölgelerinde baskı ve sömürüye karşı insanlığın mücadelesi kitlesel ve örgütlü bir mücadele olarak bir türlü ezilip yok edilemiyor. Yukarıda söyledik modern kapitalist ülkelerin demokratlığı, sınıf mücadelesinin kitleselliğine ve örgütlülüğüne endekslidir. Yarı sömürge devletler ise yükselen toplumsal muhalefet karşısında ayıp örten incir yapraklarını, yani sözde "demokrasilerini " rafa kaldırmaktan ve askeri faşist diktatörlüklere kaymaktan geri kalmamaktadırlar. Bu dönemlerde de işkencelerde katliam ayyuka çıkmaktadır.Günümüzün işkence pratiğini incelediğimizde, devletin bu durumu, "rejim düşmanı teröristlerin sorgulanması sırasında ortaya çıkan aşırılıklar" olarak basitleştirmeye çalıştığını görürüz. Çünkü işkencenin günümüzde iki temel toplumsal niteliği var; Birincisi, işkencenin toplumsal muhalefeti yönlendiren kişiye , diğer bir deyişle örgütlü kişiye yönelmesi; ikincisi de, işkencenin bu kişiden bilgi almak amaçlı olmayıp onu öncelikle ideolojik, buna bağlı bir biçimde de fiziksel olarak yok etmeyi amaçlaması.

Yani, modern devlette işkence, ezilen ve sömürülenlerin mücadelesinin kitleselleştiği, bununla da kalmayıp örgütlendiği zaman kesitinde yaygınlaşıyor. Bu politikanın amacı, "yılanın başını ezmek" yani muhalefetin örgütlenmiş gücünü ve kadrolarını yok etmektir. Burada da temel hedef kadronun kişiliğidir, onun düşüncelerine ve inançlarına bağlılığıdır, işkencede yok edilmek istenen de esasta budur. Çünkü şiddet karşısında boyun eğip inançlarını reddetmiş ve kuklalaşmış bir kişi artık tehlikeli olamaz. O nedenle de modern işkencenin hedefi direkt olarak işkenceye tabi tutulanın kişiliğidir, işkence esas olarak psikolojik ve ideolojiktir. Fiziki işkence, kişinin psikolojik direncini kırmaya yarayan ikincil bir vasıtadır. Buna bağlı olarak işkence sorgulamada son bulmaz, cezaevlerinde de devam eder.
Modern devlette işkence bilgi almanın aracı değil, "burjuva demokratik" yöntemlerle yönetmenin mümkün olmadığı dönemlerde muhalefeti terör ile ezmenin özelleşmiş bir biçimidir, işkence bir devlet politikasıdır ve sömürücü sınıfların saltanatlarını korumak amacıyla temsilcilerine uygulattıkları sistemli, örgütlü bir terör biçimidir. "İşkencede Katliamlar" ve "gözaltında kaybolmalar" ancak bu çerçevede gerçek anlamlarıyla kavranabilir.

Türkiye ve T. Kürdistan'ındaki sınıfsal ve ulusal mücadele sürecini incelediğimizde işkencenin gelişme biçimini de açıklıkla görebiliriz. Mücadelenin kitle-selliği ve örgütlülüğü çerçevesinde devlet terörünün ve onun bir ihtisas alanı olan işkencenin de amacı aynı kalmakla birlikte biçim değiştirdiğini görüyoruz. Faşist Türk devleti ilk dönemlerinde henüz komünist örgütlenmenin geniş halk yığınlarıyla kucaklaşamadığı dönemler-de-kitleleri yoğun askeri şiddetle, kadrolarını da kaba işkence ile yıldırıp sindirmek istediğini görüyoruz, işte o dönemin korkulan Siyasi Polis Şefi Parmaksız Hamdi ve İstanbul 1 .Şubesi...

Aynı dönemde Kürt milli ayaklanmaları da soykırımla bastırılmıştı. Ayaklanma önderlerinin aşiret reisleri olması, yenilgiyi hazırlayan nedenlerden birisiydi. Yenilgiyle birlikte ulusal hareket onlarca yıllık bir sessizlik dönemine sokuldu. Ama 60'lı yıllardan itibaren Türkiye ve Türkiye Kürdistan'ında sosyal ve ulusal kurtuluş savaşı yeniden yükselmeye başladı. Bu tarihsel gelişmeyle birlikle Devlet teröründe, örgütlenmeye yönelik şiddetin ve onun bir parçası olan işkencenin yeri büyüdü, özel bir anlam kazandı.

İlk kez 12 Mart askeri yönetimi döneminde, devrimci insanların sorgulamasına yabancı danışmanlarda girdi. Faşist Türk devleti, örgütlenmeye başlayan halkın mücadelesi karşısında çaresiz kalmış ve ağa babası ABD emperyalizminden medet ummuştu. O dönemin işkence ha-nelerinden geçenler, sorgulamalarına sık sık yabancı uzmanların girdiğine tanıklık ettiler.

Bu dönemde işkenceye alınmış olan onlarca aydın ideolojik olarak çöktü (amaç zaten bunlardan örgütsel bilgi almak olamazdı) ve 12 Mart ertesinde devletin demokrat yüzlü yardakçıları haline geldi.

https://dersimdgh.yetkin-forum.com

Admin

Admin
Admin

Yine bu dönemde, devletin modern işkence metotlarını öğrenmesi gibi, halkın örgütlü gücü de, işkenceye karşı direnişin simgesi İbrahim KAYPAKKAYA 'nın başlattığı direniş geleneğini bugünlere taşıdı.

12 Mart ertesinde devlet, işkence alanındaki açığını gidermeye yöneldi. Siyasi polis ve Mit’ten seçilmiş kadrolar, modern işkence prensiplerini ve yöntemlerini öğrenmek için ABD'nin yönettiği Panamadaki istihbarat okuluna, Brezilya'ya ve İsrail’e gönderildiler. Seçilmiş siyasi polis ve MİT kadroları hala buralarda eğitilmektedirler ve devlet bunu sıkılmadan itiraf edebilmektedir.

Halkın yükselen demokrasi ve sosyalizm mücadelesi karşısında bocalayan hakim sınıflar 12 Eylül Askeri Faşist Cuntasıyla tehlikeyi geçiştirdi. Bu dönemde işkence, halk mücadelesinin örgütlülüğü oranında kitleselleşti ve acımasızlaştı. Yüzlerce kişi işkencelerde katledildi, işte Süleyman CİHAN, Hasan Hakkı ERDOĞAN vs...

12 Eylül sözde son bulduktan ve "parlamenter sisteme" geçildikten sonra ise işkence gerilemedi, tersine daha da yükseldi, ama biçiminde değişiklilik oldu. 1982 Anayasası'nın 17. maddesinde "Kimseye işkence yapılamaz, kimse insan onuruyla bağdaşmayan bir ceza ya da işleme tabi tutulamaz", TCK'nin 243 maddesinde, "Sanıklara suçlarını söyletmek amacıyla işkence yapanlara 5 yıl ağır hapis cezası verilmesi, ayrıca memuriyetten men edilmesi" yer alır. Ama gel gör ki şimdiye kadar yüzlerce, hatta binlerce işkence vakası adli tıp raporlarınca ispatlanmış olmasına, mağdurların işkencecileri tek tek teşhis etmiş olmalarına rağmen bir tek işkencecinin mahkemelerce cezalandırılmamış olması dikkat çekici olmakla birlikte, yukarıdaki anayasa maddelerinin ne kadar göstermelik olduğunu da ortaya koymaktadır, işkencecilerin beraatlarıyla sonuçlanan davalar, işkenceyi teşvik etmekte ve işkenceyi daha da pervasızlaştırmaktadır.

12 Eylül rejimi ile birlikte devlet terörü, Türk devleti tarihinde hiç görülmemiş boyuta ulaştırıldı. Kürt köylüsü işkence ve katliamlarla sindirilmeye, yıldırılmaya çalışıldı. Korucuların katliamları, ordunun ve kontr-gerillanın köylerde giriştiği toplu katliamlar, işkenceler, bombalamalar, yakmalar ve sürgünler devam etti ve ediyor.

İşkencenin daha da azgınlaşmış bir biçimi olarak "gözaltında kaybetme" 12 Eylül ardılı rejimin özelliğidir. Tıpkı Arjantin'de, Brezilya'da, Şili'de, kısacası ABD'nin arka bahçesinde olduğu gibi, Türkiye'de de devlet acizliğini, zalimliği ile gidermeye çalışıyor.

Yeri gelmişken Arjantin cuntasının meşhur faşist polis şefinin "veciz" sözlerini, Türk devleti işkencecilerinin mantığını anlamak için anımsatalım; "Yok olanlar arasında canlı kimse kalmadı. Bütün sorumluluğu kabulleniyor ve gurur duyuyorum... Suçlu olduğum bir şey varsa, o da aynı zamanda politik bir zafer elde edememiş olmamdır. Bizimle uzlaşanlara, bizim dediklerimizi yapanlara yeni bir yüz ve yeni bir kimlik vererek topluma geri saldık. Bizimle uzlaşmayanları, dediklerimizi yapmayanları ise öldürdük, cesetlerini uçak ve helikopterlerle denize attık." (Arjantin, Vidala'nın Buenos Aires Polis Şefi Roman J. Campos.)

Türkiye Başbakanı Tansu Çiller'in, "Tamam, işkenceyi kaldıralım. Ama bazı suçlular nasıl konuşacaklar? Batı ülkelerinde işkence yapmadan konuşturma yöntemleri var. Benim ricam bu yöntemleri araştırıp bize getirin. Hatta Türkiye'de işkenceden şikayet eden ülkeler, bu yöntemlerin getirilmesi için bize fon ayırsınlar." (insan hakları Yüksek Danışma Kurulu üyelerine hitaben yaptığı konuşmadan.) şeklindeki sözleri anlamlıdır. Bunun ötesinde Çiller'in bu sözünün önemi yalnızca işkencenin itirafı değildir. Devlet güçlerinin illegalleşme-sini saklamaya çalıştığı içinde önemlidir. Çünkü 12 Eylül ardılı rejimde işkencenin temel biçimi sokak infazları ve gözaltında kaybetme haline geldi; yani bu özel şiddeti, kendi "yasal" çerçevesinin dışında uygulamak zorunda olması belirleyici hale geldi. Bu ne demektir? Bu, sözde "Hukuk Devleti'nin" tam iflasıdır, kendi hukuk sınırlarının tümüyle dışına çıkmasıdır, bu Türkiye'deki gericiliğin kendi sırtına geçirdiği yasallık elbisesinin bütün dikişlerinin patlamışıdır.

İFLAS EDEN VE KOKUŞAN, O DERECE ADİLEŞİR VE ACIMASIZLAŞIR.
KOKUŞMUŞ HİÇ BİR DÜZEN, TERÖR VE İŞKENCE İLE AYAKTA KALMADI, KALMAYACAK!

https://dersimdgh.yetkin-forum.com

Sayfa başına dön  Mesaj [1 sayfadaki 1 sayfası]

Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz